11 Şubat 2017 Cumartesi

Annem, ben, Huysuz Virjin ve Mehmet Pişkin

Uzun ama rahat bir yolculuk sonrası Ankara'ya geldim. İlk haftaki ilgi alaka, her aradığım arkadaşımın koşarak buluşmaya gelmesi faslı da bitti, şöhretli günlerim geride kaldı.

Geldiğimin ertesi günü amcamı kaybettik. Karşıyaka’ya defnettik. Ankaralı olup yolu Karşıyaka’ya düşmemiş olan yoktur herhalde. Ben düğün, cenaze vb önemli şeylerde sevdiklerimin yanında olmak konusunda pek harika bir insan değilim, ona rağmen şimdiye kadar on kere filan gitmişimdir. Hiç bu kadar soğuk gelmemişti gözüme.  Daha önce babaannemi kaybettiğimizde bizim köy mezarlığına alıcı gözle bakmıştım uzun uzun. Nuri Bilge Ceylan filmi karesi gibidir bizim köy mezarlığı, insan boyunca otlar, bazı mezarların başında taş var, bazısında yok, kimisi yamuk, kırık, dökük... Garip bir güzelliği vardır. Karşıyaka öyle değil, insanda bir AVM, bir TOKİ hissi bırakıyor. Orada sevdikleri olanların canını sıkmak istemem, o yüzden bu konuyu uzatmayacağım. Sadede geliyorum, bu zaten bizim annemle daha önceden de konuştuğumuz bir şeydi, bir kez daha yolum Karşıyaka’ya düşünce kararımdan iyice emin oldum, gittim müstakbel cenazemi Hacettepe Anatomi’ye kadavra olarak bağışladım. Annem de yaptı aynısını. Artık bize ölümden sonra hayat var. Canımı verdikten sonra damarlarımda dolaşan asil kanı uzaklaştırıp içimi dışımı formaldehit yapacaklar. Çürümek yok, kokmak yok, tam bir gençlik iksiri, gerçek bir zamanı durdurma sanatı. Sonra da doktor olayım diye kendini paralamaya niyet etmiş hevesli tıp öğrencilerinin “yaa hiç kadavra gördün müü??” sorularına gururla evet demelerine vesile olacağım. “Kızııım, görmek ne? Sınav oluyoruz biz kadavradan. Hiç korkmuyoruz.” Bir nevi uzatılmış emeklilik gibi düşünün, hafta içi derslere çıkarım, mesai sonrasında ve hafta sonları formaldehit havuzumda istirahate çekilirim. Sınav dönemleri aslında çocukların altına sıçmayacağını bilsem ben onlara kopya bile veririm. Keşke şansım olsa diğer kadavra arkadaşlarla da şimdiden tanışabilsek ama tabi kimin ne zaman öleceğini bilemediğimiz için mümkün olmuyor. Biliyor musunuz Seyfi Dursunoğlu da yapmış aynısını, hatta efsane de bir açıklaması var bununla ilgili:"Huysuz'u kesip biçerken hem öğrenirler, hem de eğlenirler."
Huysuz'lu Türkiye'yi özlemediniz mi siz de? 

Şimdi bu işler şöyle oluyor. Siz sağlığınızda istediğiniz kadar organ bağışçısı, kadavra bağışçısı olmak isteyin. İstediğiniz yere istediğiniz imzayı atın, öldükten sonra sizin bedeniniz birinci derece yakınınızın malı oluyor. İster gömerler, ister yakarlar, isterlerse de bağışlarlar. Bu bizim oraya buraya attığımız imzalar aslında hep birer vasiyet. Bu konuda Fransa'nın yaptığını ayakta alkışlıyorum, eğer siz sağlığınızda aksini belirtmediyseniz organ bağışçısı olarak kabul ediliyorsunuz. Hem de onlarda da her üç kişiden birinin yakınlarının organlarını bağışlamaya karşı çıkmasına rağmen bu yasayı çıkarmışlar. Bence de bu iş böyle hallolur. Bakın buraya yazıyorum, ölüm şeklim uygun olursa organlarımdan ne lazımsa hepsini bağışlıyorum. Geri kalan kısımlarım için de Hacettepe Anatomi'yi arayın, onların haberi var, arkadaşlar gelip alacaklar.

Annem aradı, TC kimlik numaran gözükmesin dedi.
Mütemadiyen anne sansürü ve ayarı yiyorum.
Özgür blog istiyorum! 
Bu yazıyı yazarken Mehmet Pişkin'le ilgili bir haber gördüm, hatırlarsınız intihar notunu video olarak kaydedip yayınlayan bizim yaşlarımızda, baya bizim gibi, hatta itiraf etmek gerekirse hayatı bizimkilerden biraz daha iyi duran biriydi. Neyse onun vasiyeti vardı, beni kadavra yapın, balıklara atın ama kesinlikle gömülmek istemiyorum diyordu videoda. Sonra okudum ki, otopsi olduğu için kadavra olamamış, babasının isteği üzerine gömmüşler. En canından parçanın isteğine bile saygı duymazsan olur mu? Evladın demiş, gömülmek istemiyorum demiş. İnanca saygı dindara saygı mı demek, ateiste saygı olmasın mı? Kadavra bağışı formunda ben de "dini tören istemiyorum." diye not düştüm. (Kadavralığın da bir sonu var, yaklaşık on yıl sonra yine gömüyorlar onu da.) Benim gömülmekle alıp veremediğim yok ama bakın bu vasiyetimdir. Tanımadığım adamlar sıra sıra dizilip dualar okumasınlar tabutumun başında. Asla bir cami hocası konuşma filan da yapsın istemem. Kadınlar çocuklar dans edebilir "İlla bir ritüeller peşindeyiz. Ritüelsiz bırakmayız." derseniz. Ama bence hiçbir şeylerle uğraşılmasın, gitmişim bitmişim zaten artık, benimle uğraşacağınıza kendi işinize bakın o saatten sonra. Mezar taşımda da "yalnız iyi güldük ha!" yazsın, ruhuma elfatihalara gerek yok.
mehmet pişkin

İnşallah da yaşlı, mutlu ve huzurlu ölürüz hepimiz.

Sevgiler,

Bu şarkı da aklına gelip dinlemek isteyenler için: Everytime we say goodbye





23 Ocak 2017 Pazartesi

Toplumsal travmayla nasıl baş edilir?

Bu konunun uzmanları var ve ben onlardan biri değilim. Bir Ankaralı olarak yeterince damdan düştüm ve kendim ne hissettiğimi biliyorum sadece, buna dair birkaç sözüm var söylenebilecek. 

Toplumsal travma özgeçmişim kısaca şöyle: Çocukluğumun geçtiği Gölcük'te deprem olduğunda biz İstanbul'da yaşıyorduk ama bildiğimiz sevdiğimiz her yer silindi bir gecede, sonra uzun yıllar sakin geçti, ta ki 10 Ekim’de üstünde barış yazan pankartlarda ölü bedenler taşıyana kadar. Askeri aracı hedef alan patlama tam olarak senelerce ailemle oturduğum lojmanın önünde oldu, Güvenpark patlamasını arabamın içinden gördüm, son olarak 15 Temmuzda birkaç km ötemizdeki meclis bombalanırken  evin salonunda yerde Selin’ime sarılıp sabaha kadar sela dinledim. Sıradan bir Ankaralılık yani… “Deniz yok abi, nasıl yaşıyorsunuz orda”cılık biteli çok oldu allahtan, pek yaşayamıyoruz canlarım. Her neyse, tatsız konular bunlar, kapatalım. 

Geçen hafta Melbourne’de korkunç bir olay oldu. Abisini bıçaklayan bir adam arabayla polisten kaçarken şehir merkezinde yayaların üstüne sürdü ve çocuklar öldü. (sanıyorum 4 çocuk, ama hala hastanede durumu kötü olan da varmış.) Ben farkında değildim, otobüs beklerken iki arka caddemizde olmuş bunlar hep. (Olayla ilgili haberi okumak isterseniz buraya bakabilirsiniz.) Bizim otobüs gelmek bilmeyince sorup soruşturduk, zaten sürekli bir polis sireni, ambulans sesi vardı, öylece öğrendik. Biraz yürüyüp olayın olduğu caddeye baktım, bir arbede gördüm sadece, polis arabaları, insan kalabalığı, sağlıkçılar… Daha yakına gidip bakmak istemedim. Ben size kendi gözlemleyebildiğim kadarıyla bu ülke bu üzücü olayla nasıl başa çıktı bunu anlatacağım.


  •  Öncelikle olay bir terör olayı değildi. Dahası olayda iyi taraf – kötü taraf belliydi. "Polis aslında önleyebilirdi ama önlemedi" vb. güvensizlikler yoktu. Polis bizim güvenliğimiz için oradaydı, örneğin ambulansın olay yerine girişini önlemedi ya da geciktirmedi. Kimsenin devlet görevlilerine güvenini sarsacak bir şey olmadı. (Hepinizin aklındadır Gezi zamanından şu meşhur replik: -O yol güvenli mi? – Hayır, polis var.)
  • Bizim durakta bekleyen insanların gideceği yere giden başka araç yok, saatlerce otobüs bekledik çünkü yolu trafiğe açmadılar. Kimse söylenmedi, herkes olayın vehametinin farkına varıp buna uygun davrandı. (Doktorunuz kalp krizi geçirip öldü diye haber verildiğinde, "ama bizim randevumuz vardı" diye olay çıkaran hastaları anımsayın.) Başkasının acısına saygılı olmak birlikte yaşamanın olmazsa olmazı herhalde.
  • Televizyonlarda apır sapır haberler yapmadılar. Bu olayın orada olan olmayan pek çok kişiyi etkileyebileceğinin bilincinde, öncelikle herkesin güvenliğini sağlamaya yönelik haberler yaptılar.
  • Ertesi gün vali, belediye başkanı muadili insanlar olayın olduğu yere gidip çiçek bıraktı. (Bizim anmalarımızda tekrar polis müdahalesi yediğimizi, bomba yüzünden ölen arkadaşlarımızın anmasında bomba ihbarı olduğu iddiasıyla kortejimizin yürütülmediğini, bıraktığımız çiçeklerin, yazıların tekmelendiğini anımsayın.)
  • Bugün saat 5 buçukta tüm halk olayın yaşandığı yere birlikte taziye ve anma için çağırıldı. Bunu belediye organize etti.
  • Hayatını kaybedenlerin ailesine destek olmak isteyenler için bir hesap numarası oluşturuldu. Eyalet hükümeti hesaba 100.000 dolar yatırdı ve bağış yapmak isteyenlere hesap numarasını duyurdu. Ayrıca hayatını kaybedenlerin aile ve yakınlarına taziye dileklerimizi yazabileceğimiz bir platform oluşturuldu internet üzerinden. 
  • Benim üniversitem olaydan etkilenmiş tüm öğrenci, çalışan ve yakınları için ücretsiz danışmanlık alabilecekleri numaraları da içeren bir taziye mesajı yayınladı. Benzer bir destek duyurusunu eyalet hükümeti de ayrıca yaptı, tahmin ediyorum başka kurumlar da yapmıştır.



Trajik bir olay yaşandı, devlet ve halk birlikte bu kötü olayı birbirine destek olarak aşmaya çalışıyor. Olayın boyutunu küçümsemek gibi olmasın ama Türkiye’de birkaç kişinin ölümüyle sonuçlanan bir olay ancak sıradan bir haber niteliği taşır. Biz bu “sıradan” haberleri zaten kendimiz bir şekilde sindirmeye çalışıyoruz ama bekliyoruz ki dev bir şey olduğunda, topluca canımıza kastedildiğinde sarılıp ağlayabilelim, ağlatmıyorlar.

Bugün yapılacak anmaya katılmayı düşünüyordum, anmanın yapılacağı yere doğru yürürken ağlamaya başladım, olayla orantısız çığrından çıkmış bir ağlamak. Hayatını kaybeden çocuklara çok üzüldüm gerçekten ama sanırım benim ağladığım o değildi. Hiçbir acımıza saygı duymayan, yasımızı yaşamamıza izin vermeyen ülkemize geri dönmek zorunda olduğuma ağladım.

10 Ekim’den sonra bana çok faydası olan bir şey yoldaşımız Psikolog İbrahim Eke’nin yaptığı sunum olmuştu. "Uykularınızın kaçması normal" demişti, "yaşadığınız şey olağanüstü, verdiğiniz tepkiler değil." Ben bu cümleleri daha sonraki patlamalarda da kendime söyledim hep. Öte yandan şaşırdım, bir saatlik bir sunumun bu kadar faydalı olabilmesi ilginç. Faydalı olan belki de birilerinin üzgün olmaya hakkımız olduğunu hatırlatmasıydı.  İsterdim ki bu desteği bana üniversitem, belediye, valilik, sağlık bakanlığı vs versin. İsterdim ki üzgün olmaya hakkım olduğunu “yetkili abiler” hatırlatsın. (Böyle bir şeyin neden mümkün olamayacağının pek tabi farkındayım, ama isterdim ki…)

Pazar yerinde bağırıp çocuğunu ağlatan hıyarlar vardır ya, çocuk ağlayınca da ensesine vurup “Ağlama lan, döverim ağlarsan!” derler. Ağlarken enseme şaplak indirip bir de dayakla tehdit eden ülkeme dönmek bugün gözüme çok zor geldi. Zor toparladığım ayarım çabuk bozuluyor, bazen ağlamamı durduramıyorum, bazen inanın dönmek istemiyorum. 




Not: Bu yazı benim olabildiğince içten "Hayır" deklarasyonumdur. "Dans edemediğim devrim devrim değildir"'lere çok uzağız eyvallah, ama acılarımıza ağlayamadığımız bir ülke de olmamalıydık. Yok arkadaş, hayır. 

tamam balık hafızalı toplumuz vs ama bazı şeyleri de unutmadık. 

21 Ocak 2017 Cumartesi

Otobüs güzeli 234

Ben dönüyorum artık, üç beş güne Ankara’dayım. Herkes “oh iyisin, kal oralarda gelme” çekerken, ben askerlik gibi gün sayarak Avustralya’da yaşadım. Bülbülü altın kafese koymuşlar, bülbül “kedilerim bana küsmüş müdür acaba?” demiş.

Avustralya’ya veda niteliğindeki bu blog yazımı, müsaadelerinizle halk otobüslerine adamak istiyorum. Ben eski ekolojik evimde otururken trenle gidip geliyordum her yere, şimdi deniz kenarına taşındım, buradan otobüs var şehir merkezine. Sık sık otobüse biniyorum. Canımın içi, gözümün nuru oldu 234: Garden City via Port. Burada toplu taşıma çok pahalı, 1 haftalık toplu taşıma kartına 40 küsür dolar verdim, yani 100 liradan fazla. (Ama burada her şey zaten pahalı olduğu için elimde bir bardak soğuk suyumla geziyorum hep, hazırlıklıyım, cüzdandan para çıkar çıkmaz suyumu dikiyorum kafaya, serinliyorum.  Asistan maaşını dolara çevirince, daha çevirmeye uğraşırken bitiyor zaar.)

Ben buraya gelirken yanımda beş tane kitap getirdim. Dört ay kalacağım, zaten şehri gezerim boş zamanlarımda, seyahat ederim vs, pek okumam diye düşündüm. O kitaplarım iki ayda bitti, ben de şaşırdım. Hem de ilk iki ay, daha her yere yabancıyım, meraklıyım, genç ve heyecanlı zamanlarım, şehri filan geziyorum her akşam. Sonradan fark ettim, her gün bir saatten fazla zamanım toplu taşımada geçiyor, açıyorum okuyorum sakin sessiz. Ankara’da altı yıldır her yere arabayla gidiyorum, günde iki saatten fazla zamanımı trafikte hiçbir şey yapamayarak geçiriyorum. Sadece iş günlerini sayarak bir hesap yapsam 2880 saat ediyor. 880’i benden armağan olsun, iki bin saatimi direksiyona vermişim boşu boşuna. Doğru düzgün bir toplu taşımamız olsaydı belki ben o iki bin saatte okuyup edineceğim bilgilerle şimdi size neler neler anlatıyor olacaktım, ama gelin görün ki o saatlerde kendimi geliştiremediğim için şimdi ancak Devlet Bahçeli gibi hesaplar yapıyorum. İşte size Melbourne’ün 40.yılı!



“Avrupa’da herkes metroda kitap okuyor şekerim” klişesini bir de benim ağzımdan dinlediğinize göre devam ediyorum. Yeni evim 234’ün son durağında. Son durak demek bizim için gerilim demek, son durak demek korku, taciz, tecavüz demek. Burada ise son durak demek, sıkıla sıkıla yol tepeceğine arka koltuktan öne gelip şoförle muhabbet edeyim bari demek. “Hemşerim nerelisin?” diye de soramadığımız için (vallahi adınız ırkçıya çıkar, aman diyeyim) yan blog’dan arkadaşım Gülce’nin öğrettiği şekilde “bu harika aksanın kökeni ne?”, “bu çok güzel isim nereden?” gibi dolambaçlı sorularla sohbet ede ede eve gitmek mümkün; 234’ü sevmemek mümkün değil.

Geçen gün şoför, kartı olmayan birini otobüse almadı. Adam da sinirlendi, giderken orta kapıya dışardan vurdu eliyle. Ben de otobüsün içinde orta kapının orada duruyorum. Otobüs hareket etmişti aslında, durdu bu olay olunca, şoför kalktı yerinden bize doğru geldi, “her şey yolunda mı, iyi misiniz?” diye sordu. Ya ben bu şoförden eve alır beslerim, günde üç kere öperim. İyiyim kurban olduğum, dışarıdan cama vurdu alt tarafı, levyeyi enseme indirmedi ya, ne olacak… İyi miymişim, iyiyim, hay canını sevdiğim.

Buradaki otobüslerle bizimkileri kıyaslayacaksak eğer size muazzam önemli bir farkı söylemek isterim, Melbourne otobüslerinde tek başına seyahat eden tekerlekli sandalyede insanlar görebilirsiniz sık sık. Ben bundan daha önemli bir fark düşünemiyorum. (yani bir de tecavüz edip öldürmüyorlar burada, o da çok önemli tabi. Ona değinmiştik gerçi.) Durağa gelince baktı ki tekerlekli sandalyeli biri binecek, şoför kalkıp otobüsten iniyor, rampa gibi bir şey var onu açıyor, gerekiyorsa yardım ediyor; ineceği zaman da öyle. Aynı şey yaşlılar ya da bebek puseti olan kadın ve erkekler için de geçerli. Ha bir de, böyle özel ilgiye ihtiyacı olan biri otobüse binince şoför gaza basmadan aynadan izliyor, sağlam düzgün oturana kadar yolcu, bekliyor. Ne zaman ki titrek dedem götünü koltuğa denk getirip ayakları yere sağlam basıyor, şoför sonra hareket ediyor. Acele acele gitmek de yok, çünkü ayakta insanlar var, ya düşersek, ya başımızı bir yere vurursak? Ya ben bu davranışları görünce, nasıl anlatayım size bilemiyorum ama, el ele tutuşup hep beraber şarkı filan söyleyelim istiyorum şoförle, diğer yolcularla, dönerek dans edelim. Benim hayalimde müzikal film seti gibi otobüs 234.  


ferahlığına kurban, güzelim 234'üm
Şimdi toplu taşıma böyle olacaksa belki düşünebilirim ama ikinci evi arabası olan bir insan haline geldim. Bagajda bir hafta bana yetecek giyecek ve yiyecekle, okunmuş okunmamış ağzı yüzü yamulmuş kitaplarla, kirlisi temizi karışmış kesif kokulu spor eşyalarıyla, oynamayı bilmesem de bir taşı eksik tavlamla geziyorum. Arabamı çok seviyorum, maalesef trafikte çok sorun yaşıyorum, artık akıllandım kimseyle tartışmıyorum. Ankara’da iki kere ben arabanın içindeyken camımı yumrukladılar (olayların birinde ben haklıydım, birinde karşı taraf haklıydı, ama yumruklamakta hep haksızdılar.) Camımı açmayıp, arabadan inmeyip “Siz beni çok korkutuyorsunuz, polis gelmeden sizinle konuşmam, arabadan inmem” dedim. Polisi aradım, gelmedi. Arabamı seviyorum sevmesine de, bir gün döve döve öldürecekler, o gün 234’ü daha çok özleyeceğim gibime geliyor.

Yazımı bitirirken hepinizi güzel aksanlarınızın kökeninden öperim.

(edit: arkadaşlar, boğazınıza dil atarım demek değil bu, memleketinizden öperim demek, çirkinleşmeyin.)

Görüşürüz!

Önemli not: Bu arada polis raporum sonuçlandı. 233 dolar ceza yedim ayağımın ucunu koltuğa uzattım diye! 663 lira ediyor! Anlayacağınız ocak maaşı Türkiye'ye gelemeden bitti, hediye konusunda pek bonkör olamıyorum kusura bakmayın. Bonkör olamıyorum demek, hiçbirinize hiçbir şey alamadım demek. Şubat maaşı yatsın, bira ısmarlarım size, zaten ne yapacaksınız anahtarlığı bilmem neyi… haa eğer blog okurları olarak güldük eğlendik, çorbada tuzumuz olsun derseniz, yazıyı okuyan herkes 1 lira yollasa cezayı da öderiz, artan parayla 2 tane 100'lük Efe de alırız. Bu kapıyı açık bırakıyorum.


12 Ocak 2017 Perşembe

37 numara bir çift ayak

Polisten rapor yedim. Ceza değil henüz, inceleyeceklermiş, belki ceza belki uyarı vereceklermiş. Neden? Hayvanlığımdan. Trende ayağımı uzattım. Ya vallahi çok da hayvanlık yapmadım çünkü ayakkabımın altını basmadım koltuğa, baldırımın etini koydum sadece. Ama yok, medeniyet polisi gözümün yaşına bakmadı. Arkamdan sinsi sinsi gelmiş şerefsiz polis, önce bilet kontrolü yaptı, sonra dedi ki “Neden ayağınızı koyduğunuzu sorabilir miyim? Bakın her yere yazdık, ayağınızı koymayın yazdık. Neden yine de koydunuz? Ben şimdi rapor tutmak durumundayım.”


oysa bu arkadaş seyahatini cezasız tamamladı.

Ay böyle kibar olunca, terslenemedim ben de. “Olur mu efendim” dedim, “Ne demek, zahmet etmeyin, ben kendi raporumu kendim tutayım.” Bir yandan da diyorum, kesin kamu malına zarar vermek filan yazacak oraya, millet de banka molotofladım sanacak. Sınır dışı edecekler beni. Neyse "raporu sen doldur, ben doldurayım, aman memur bey ayakta kaldınız otursaydınız" derken, benim ineceğim durağa geldi tren. Tamam dedim, işlemler yetişmedi kısmet değilmiş, inerim ben, o da arkamdan yırtar atar kağıdı, ben de kurtarırım bu işten kendimi.  Söyledim, "memur bey kusura bakmayın ben iniyorum", dedim.

kimse buna da ceza kesmedi.
resmen hoca bana taktı ya! 
"Hayhay" dediler, trendeki bütün aynasızlar benim ineceğim durakta benimle indi, istasyonda raporumuzu doldurmaya devam ettik. Sanki treni ateşe verdim, uzadıkça uzuyor işler. O sırada bakışlarda bir gariplik oldu polislerin, lan ben de fark ettim bir gariplik var, yaşadım dedim, sevinçle haykırdım: “Amirim, esrar kokuyor!”. Benim prenses ayağımın kenarı için bu kadar kağıt harcayan medeniyet polisi sandım ki esrarkeşler için özel harekatı filan çağıracak, benim iş kaynayacak, hatta bana diyecekler ki “kusura bakma ayıp ettik, uyuşturucun yok kumarın yok, bir ayağın için laf ettik”, ben de “olur mu amirim siz benim kusuruma bakmayın, Ankara’ya bekliyorum mutlaka, yengeme selamlar" diyeceğim, öpüşüp ayrılacağız. Yok, sakin sakin havayı kokladılar, benim rapor bitince otçuya hapçıya gidip bakmaya karar verdiler. Neticede o rapor tutuldu. Sonra eşe dosta sorduk, bir şey olmazmış, belki ceza gelirmiş o kadar. Ben yine de, bütün gün gerçek bir kanun kaçağı ruh haliyle evde ses çıkarmadan oturdum. Hala cezamın kesilmesini bekliyorum.


Bu benim ayaklarımla ilgili ilk vukuatım da değil. Sene sanıyorum 2014, belki de 2013. Alper arkadaşımla otobüsle İstanbul’a Beirut konserine gidiyoruz. Otobüsün en arkalarında oturuyoruz, benim de ayağımda çarık var, Antep çarığı. (O zamanlar vegan değilim daha, deri giyiyorum.) O da kolay çıkıyor ayaktan, böyle sıkı ayakkabı gibi değil, çıkarmışım. Orada da durmamışım, öndeki iki koltuğun arasındaki kolluğa gerçek bir hayvan gibi ayaklarımın ucunu, birazcık uzatmış bulunmuşum. Ya nasıl böyle bir öküzlük yaptım inanın bilmiyorum, ama yapmışım işte.
antep çarığı böyle bir şey. 


Neyse Alper arkadaşım da boru gibi sesiyle edepsiz edepsiz anılarını anlatıyor, (Alper arkadaşımın terbiyesizliği, ben dinlemem konuşmam öyle şey), önümüzdeki dayı bence asıl Alper’in konuşmalarına sinirlendi ama neticede hırsını benim ayaklardan çıkardı. Arkasına dönüp bağıra bağıra: “Ben de diyorum ne kokuyor, ayağını uzatmış bi de, piss, çek şunları çekk!” filan dedi. Ya koku yok, orası tamamen yalan, kokuyu niye karıştırıyorsun… Rezillik resmen, yüzüm kızardı, oha dedim ne yapmışım, çektim ayağımı hemen. Neyse yolda bizim otobüs bozuldu, kenara çektiler, indik hepimiz otobüsten, vesileyle ön koltuklardan bir oğlanla tanıştık, oğlan da Beirut konserine gidecekmiş. Maşallah yakışıklı da çocuk, allah izin verirse yürüyeceğim, hazırlık olarak Alper’le arkadaşlığımızı vurgulamak için çocuğa sürekli “Alper benim kardeşimdir yaaa” minvalli şeyler söylüyorum. Ne de olsa Ankaralı oğlan, bunun konser dönüşü var. Hesaplarım aslında mantıklı. Çocuk gelin görün ki hiç acımadı, bıçağı çekip sırtıma saplar gibi şöyle dedi: “ O adam ne ayıp etti sana ya, önden bile duyduk, kokuyor filan dedi bir de, hiç gerek yoktu öyle demesine”. Neyse sonra ben bir daha görmedim oğlanı tabi. Ben numaramı zorla verdim diye hatırlıyorum ama aramadı galiba. Belki numaramı yazdığım kağıdı iki ayak parmağımın arasına sıkıştırıp öyle mi uzattım çocuğa kim bilir, ondan mı rahatsız oldu ki? Velhasıl o gün bugündür ayaklarımı insan içinde çok da şeyapmamaya çalışıyorum.


Bunlar da böyle anılarımdı. Hepinizin ayağına sağlık. 

bu fotoğrafın konumuzla ilgisi, konumuzun ayaklarım olması.
buradaki sivrilere alerjim mi var bilmiyorum, çok fena oldum ilk geldiğimde.
Nasıl da çirkin çıkmış foto, aslında normal ayak yani. 

5 Ocak 2017 Perşembe

Sydney'de bir koğuş ağası

Sydney'e gittim geldim. 4 gün kaldım.  Sabah evden çıktım, havaalanına gittim, uçağa bindim, Sydney'de indim, trene binip hostelime geldim.  Bunların hepsini o kadar kolay ve telaşsız yaptım ki, biraz canım sıkıldı. Başka bir şehir gezmenin "macera" olduğu zamanlar geçmiş artık, ne bileyim, bu duruma açıkçası biraz üzüldüm.

Tren beklerken karşımdaki manzaranın güzelliği. Tren gecikse de insanın gıkı çıkmıyor tabi sonra. Zaten tren gecikmiyor.


 Zaten bütün gün gezeceğim, hostele bir yatıp uyumaya gideceğim, boşuna para vermeyeyim diye "backpackers" hostellerinin birinde kaldım, 4 kişilik karma odada. Böyle şeyler kiminize çok sıkıntılı gibi gelebilir, benim için sorun değil. Benim zira lükse hiç düşkünlüğüm yok. Zottirik bir hostelde oda paylaşmakla güzel bir otelde kendi başıma kalmak benim açımdan tatilimin kalitesini pek değiştirmiyor. Rahat uyuyorsam bana ikisi de aynı.   Odaya geldim, iki tane Belçikalı oğlan çocugu var, bir de alman. Belçikler muay thai'ci, tişörtlerinden anladım. Soldaki ranzanın üst katı benim. Nerelisin, kaç yaşındasın gibi beylik tanışma faslını yaptık, sonra ben şehri gezmeye çıktım. Görmek istediğim her yer birbirine 15-20 dk yürüme mesafesinde olunca bütün şehri adımlamış oldum, bitmiş tükenmiş halde gece yarısı hostele döndüm.

Şimdiye kadar gördüğüm en büyük kauçuk ağaçları bunlar.
Ben çocukken bizim de kauçuk ağaçlarımız vardı ama onlar saksıdaydı. Bu kadar büyüyebildiklerini bilmiyordum.
Her gün bu agaçlara gittim mutlaka. 


Çocuklar memleketlerindeki dönercilerden "abi" ve "abla" kelimelerini biliyorlar, bana abla diyorlar. Kimsenin ismen tanışmaya niyeti yok, ben abla'yım, alman çocuk da doyşland. "Doyşland klimayı aç", "doyşland ışığı kapa", böyle iletişim kuruyoruz. Doyşlanda biraz köpek muamelesi yapıyoruz neden bilmiyorum. Gece geldim odaya, herkes kendine çekidüzen verdi. Hay allah, niye ki? "Abla oturacaksan eşyalarımı toplayayım, abla günün nasıl geçti, abla kurabiye aldık yiyebilirsin, sigara içiyorsan vereyim abla..." Şaşırdım ama hoşuma da gitti yani, biraz sordum sıkıştırdım, niye böyle yapıyorlar diye, durumu çözdüm sonunda. Bu allahın cezaları, etmez olasıcalar, benim yaşıma hürmet ediyorlar. Hürmet edilecek yaşa gelmişim ben hala bitli hostellerde bebelerle konaklıyorum. Ne iş yapıyorsun dediler, doktorum filan diyemedim, rezil olurum lan, öğrenciyim dedim, yediler. (Yiyecekler tabi, bakıyoruz kendimize o kadar) Yorgunum yatacağım artık, ben yatıyorum diye ışıkları kapadık, çocuklar ses çıkarmadan karanlıkta oturdu biraz, sonra onlar da yattı. Sabah oldu, duş almak için bana soruyorlar, artık durumu kabullendim, ben bir koğuş ağası oldum. Tuvalete girdim çıktım, benden sonra kimse girmiyor. Sandım ki "aganın poku üzerine pok olmaz", ondan bekliyorlar, yok ondan değilmiş, gittim efendi gibi havalandırmayı açtım, çocuklar nefes alabildi tekrar. E artık bir koğuş ağası olduğuma göre çeşitli sorumluluklarım olmalı, çocuklar kahvaltıya inmek için müsade istedikten sonra, dedim ki "durun, siz burda bir aydır kalıyorsunuz, var mı bir eksiğiniz ihtiyacınız?" Var dediler, biz bu odayı doğru düzgün temizletemedik bi türlü. Tepedeki vantilatörü gösterdiler, üstünde bir parmak toz olmuş, tozlar havalanacak diye çalıştıramıyoruz dediler. Tamam dedim, siz gidin kahvaltıya, bu işi de oldu bilin. Önce kalktım kapıya gerilimli bir not yazdım. "Lütfen odamızdaki vantilatör bugün temizlensin. İmza: People of #11" sonra tünedim ranzamın üstüne, yan yatıyorum, bir dizimi 45 derece kırdım, koğuş ağası yatışı yapıyorum kendimce, o sırada elimde bir tespih belirdi. Gözlerimi diktim kapıya, temizlikçi kızı bekliyorum tespih çekerek. Bir süre sonra kapıda anahtar sesi, temizlikçi kız geldi. Dik dik kızın gözlerinin içine baktım, sonra yavaşça gözlerimle vantilatörü işaret ettim, sonra tekrar kızın gözlerine... "Senin boynunu kırarım" bakışları atıyorum, kız "notu okudum, temizliycem" dedi, hiç ağzımı açmadım, bir koğuş ağası olarak herkesle konuşacak değilim, çenemi sol omzuma yanaştırarak onayladım kızı. Mahpus filmlerinden öğrendim bunu, mazisi kirli insanlar başlarını öne gelişigüzel eğerek değil, diagonal ve çok usulca çekerek onaylarlar, bu onay aynı zamanda "söylediğin şeyi yapmazsan böbreğine bıçağı yersin" onayıdır. Kız vantilatörü temizlerken nasıl olduysa ne olduysa ben girdiğim rolü karıştırdım, kendimi geline temizlik yaptıran kaynana rolünde "gız ranzanın altını da süpür, oralarda toz kaldı, boyu devrilesice" diye diye yerleri süpürtürken buldum. Bu kadar kişilik değiştirme fazla gelmiş olacak, gerisini hatırlayamıyorum. Kendime geldiğimde her şey normale dönmüştü, oda temiz, gelgelelim tespih hala elimde... Yüzümü yıkadım, açıldım, gittim biraz daha şehri adımladım. Çok güzel şehir, opera izlemek isterdim Sydney'de ama bütçemin elverdiği ölçüde davrandım, opera binasının dışını dolaştım, içinde de vestiyer ve tuvaleti gezdim. İkisi de güzeldi. Şehrin şahane plajları var, yağmurlu havada güneş yanığı oldum oralarda da. Bindim uçağıma Melbourne'e döndüm.

Bu haftasonu ev taşıyorum çünkü Nan beni evden attı. Yalnız kalmak istiyormuş allahın bozuğu. Deniz kenarında bir odaya taşınıyorum, son 1 ayım da böyle geçsin madem.

Ağası olduğum nacizane koğuşumuz.
 #11.