28 Mart 2017 Salı

Ardıç Apartmanı Ahalisi

Apartman yöneticimle iğrenç bir ilişkim var. Taşınırken türlü aksaklıklar yüzünden akşam 9-10 gibi getirebilmiştim eşyalarımı eve, kapıyı açıp tersledi beni daha ilk karşılaşmamızda. Ben de bazen eziklik raddesinde silik bir insan olabildiğim gibi, yorgun ve sinirliyken dev bir kaltak da olabiliyorum. Bağırdım yaşlı başlı adama, soktum evine. Zaten canım burnumda, bir "hoşgeldin" de, bir çay yap getir, sonra da de ki "Hayırdır ne oldu, niye bu saate kaldınız?". Yok çıktı sığır sığır laflar etti. Ertesi gün nereden öğrendiyse doktor olduğumu öğrenmiş. (Ben annemden şüpheleniyorum.) Tabi ki yine "Yerleşebildin mi, bir şeye ihtiyacın var mı?" kısmını direk es geçerek "Sen Hacettepe'de bizim işimiz olsa yardım edersin o zaman bize" dedi. Kocaman gülümseyip "Edemem amca" dedim. Hiç başka açıklama da yapmadım. Döndüm güzel götümü gittim. Ne yardım edeceğim ya, gül gibi hastalar sıra beklerken senin işin önce hallolsun hastanede, yok öyle yağma.

Kavgayla başlayan ilişkimiz yıllar içinde soğuk savaş şeklinde sürdü gitti. Apartman toplantısı yapmış bunlar, bir gün kapımı çaldı, elinde defter, kararları imzalayacakmışım. Beni neden çağırmadınız dedim, kem küm etti. Kiracı da değilim, üstünüze afiyet ev kendimin. İmzalamayıp olay çıkarayım istedim ama aidatı artırmışlar, onu mesele ettim sanırlar diye imzaladım. "Bir daha imzalamam, her şey için not yazıyorsunuz kapıma, buna da yazın, geleceğim ben toplantılara" dedim. Bir daha toplantı mı olmadı, benim imzayı taklit edip kararları aralarında hallediyorlar mı bilmiyorum, yıl oldu ses seda yok. Ben bunu yalnız yaşayan kadın olmama bağladım, o yüzden beni saymayıp çağırmadıklarını düşündüm, böyle düşündükçe daha da doldurdum kendimi, sinirlendikçe sinirlendim, aslında neden çağırmadıklarını bilmiyorum.

Tek arıza yönetici de değil, bir de apartmanın bahçesinde köpeğini gezdirirken benim evi dikizleyen komşu amca var. Dikizlemenin ayıp bir şey olduğuna dair bir fikri de yok, karşılaşınca "geçen baktım sizin pencereden içeri, seni göremedim, tatile mi gittin?" gibi şeyler söylüyor. O adamı tersleye tersleye uzaklaştırmayı başardım sonunda, artık köpeği de görmüyorum pek, belki de taşındı mı ne yaptıysa. Dikizci amca tam allahlık ama asıl konu yönetici, ona dönelim.

Bakın yönetici amcamla güzel sayılabilecek bir anımız da var. 2015 kışında gece vakti yine beklenmedik bir şekilde kapım çaldı, baktım yönetici. Zaten benim kapımı bir tek yönetici çalıyor. Bir ara dellenip zili de söktüğüm için adamcağız alacaklı gibi kapı yumruklamak zorunda kalıyor. Bu sefer yöneticinin elinde bir yavru kedi. Apartman depolarını temizliyormuş (gece gece delinin zoruna bak). Dedi ki, "Bu kedi senin depondan çıktı, sen seversin, al." Külliyen yalan, kimin deposundan çıksa onun kapısını mı çalacaksın? İteledi hayvanı resmen bana. Hayvan da nasıl üşümüş, nasıl korkmuş, garip garip tıslıyor, exorcist gibi hareketler yapıyor. Ya ben o haldeki bir yavru kediyi kış vakti nasıl sokağa bırakayım, veterinere filan gittik karlı gecenin köründe, temizledi pakladı veteriner, o gün bugün kaldı Gustav benimle. Yani amca haklıymış aslında, doğru kapıyı çalmış.

Burda Shylock kötü çıkmış ama Gustav'ın en minik olduğu fotoğraf bu.


Bir seferinde de kapıyı çalıp torununu itelemişti bana. "Bu seninle oynayacakmış." diye ömrümde ilk kez gördüğüm kız çocuğunu sokuşturdu benim evden içeri. Kaldık biz çocukla öyle. Biraz çocuğu eyledikten sonra "hadi git, deden merak eder" filan dedim, yok gitmek istemiyor. Baktım sözle ikna olmuyor, tutup elinden üst kata çıkıp azıcık kapıyı açtıkları anda önce çocuğun kafasını, sonra hızlı bir manevrayla omuzlarını sokmak suretiyle yavruyu ait olduğu yuvaya iade ettim. Tatlı da kızdı aslında.

Geçen gün yine kapımda bir not, "Senin evden kapıcı dairesine su sızıyor, oraya dez çektir, çok kötü olmuş. Yönetici amcan." Bana yazdığı notları "Yönetici Amcan" diye imzaladığı için adını öğrenemiyorum ama doğruyu söylemek gerekirse bu imzasını seviyorum. Türkçesi de baya kötü, basit kelimeleri bile yanlış yazıyor, öyle olunca kıyamıyorum, babamdan büyük adam, okumamış ne yapsın filan diyorum ama yine de içim durulmuyor, adamla sulh yapamıyorum. Ya zaten benim evimden kapıcı dairesine su sızamaz çünkü ben kapıcı dairesinde oturuyorum. (Ev kendimin deyince bir bok sandıysanız üzgünüm, değil.) Araştırmak suretiyle apartman görevlisiyle yan kapı komşuları olduğumuzu keşfettim. Kaç yıldır oturuyorum, benim yanımdaki kapının bir eve açıldığını bilmiyorum, depo sanıyordum ben orayı. Nitekim gittim baktım, o eve hakikaten duvardan yer hizasında bir noktadan su sızıyor. Apartman görevlisini pek tanımıyorum ama eşiyle tanışmış olduk bu vesileyle, harika bir kadınmış. Hem kibar, hem akıllı, hem becerikli. Bu kadar zaman komşulardan şikayet edeceğime yan kapıyı bir kere çalsaymışım bütün hikaye daha farklı gelişebilirmiş. Tamam dedim, ben yarın tesisatçı çağırıp baktırayım. Ben hiç tesisatçı tanımıyorum ki, kimi çağırıp kime baktırayım? Oto lastiği değiştiren abi tanıyorum, tekelci abiyi tanıyorum, pastaneci abileri tanıyorum, bir de çiğköfteci Salih Usta'yla Osman Usta'yı biliyorum. Bunların hiçbirinin bana bu konuda faydası olmadığını kavrayınca en yakından tanıdığım Dikmen esnafı olan kuaför Mehmet'e gittim. Çay kahve içerken hızlıca nasıl da evde kaldığımı kafama kaktıktan sonra, eksik olmasın tesisatçı arkadaşını çağırdı. Artık mahallede bir tanıdığım daha oldu, tesisatçı Ali Usta. Gittik bizim eve baktık. Sızıntı benden mi diye üç gün su vanasını kapadık. Baktık kesildi, demek ki benden kaynaklanıyor deyip vurduk kırdık duvarları biraz, ama yok benden değilmiş. Gerisini takip etmedim, yönetici amcam halletsin.

Dikmen civarında oturuyorsanız kaydedin numarasını dursun Ali Usta'nın.


Bütün bu yazıyı yazarken komşularımın ne kadar korkunç olduğunu düşünüyordum ama aslında korkunç olan benmişim onu fark ettim. Mesele korkunçluk da değil aslında. Ben amcayı kendi gerçekliği içinde değerlendirip kabul edemiyorum, o da beni. Ben amcanın diğer her apartmanın yöneticisi gibi emekli albay olmasını belkiyorum; o da benim belli ki başka türlü bir insan olmamı bekliyor. Dikizci amcayı ise allaha havale ediyorum, onun bir açıklaması yok. Uzun lafın kısası, biz pek anlaşamıyoruz hakim bey.

14 Mart 2017 Salı

Memleket mi, Yıldızlar mı, Melbourne mü daha uzak?

Döndüğümden beri yazacak pek bir şey bulamıyordum çünkü yazacağım her hikayenin muhatapları da Türkçe biliyor ve okuyabilir blog’u. Ben elalemin arkasından giydiremedikten sonra ne anladım blog yazmaktan, nitekim yazamadım. 

Önemli bir mevzu var, ondan bahsetmek, biraz da sizden fikir almak istiyorum. Bana dediler ki Avustralya’dayken: “uzmanlığını al, sonra istersen gel burada doktora yap.” Spor hekimi olarak çalışmaya değil, doktora yapmaya çağırdılar yani. Üniversite burs verecek, 4 yıl da orada doktora öğrenciliği yapabileceğim istersem. Ne güzel aslında, çiçek gibi. Ufak bir sorun var, İSTEMİYORUM.

Allah aşkına “kaç kendini kurtar” kolaycılığında yorum yapmayın, bakın şurada içimi açıyorum size. Ben Avustralya’da yalan olmasın çok mutluydum. Güvende hissettim kendimi 4 ay boyunca, başıma bir şey geleceğinden hiç şüphelenmedim, gittiğim her yerde saygı gördüm, düzgün davrandı herkes, ben de daha iyi huylu bir insan haline geldim. Bir şeyler eksikti yine de, ne olduğunu dönünce anladım.

Ben sandım ki ailemi ve en yakın arkadaşlarımı özlüyorum çok. İşin aslı o değilmiş. Aile ve çok yakın arkadaşlarla Mars’a da gitseniz (keşke gitsek lan!) zaten düzenli haberleşiyorsunuz, saat farkı bile sorun olmuyor, görüntülü konuşuyorsun, mailleşiyorsun, zaten başımızın tacı WhatsApp var. Onlar her zaman yanında gibi oluyor. Benim asıl eksikliğini hissettiğim, asıl insanın hayatını zenginleştiren şey başkaymış. Şu birkaç ayda bir görüştüğümüz, çok samimi olmadığımız ama uzaktan çok sevdiğimiz, görüşünce konuşunca yeniden hayran kaldığımız harika arkadaşlarımız var ya, (bende onlardan rahat yirmi tane var), biraz da bu insanlarmış benim hayatımı dolduran, zenginleştiren, güzelleştiren. Geldiğimden beri hayretle izliyorum etrafımı, yemin ederim Ankara’nın en harika insanlarıyla arkadaş olmuşum, bayılıyorum hepsine. Bu zenginliği ben yabancısı olduğum memlekette kuramam, çünkü burada da 15 yılda kurdum. 

İngilizcem baya baya iyi, herhangi bir meselede derdimi çok güzel anlatabiliyorum ama yine de edebiyat parçalamak ayrı, onu parçalayamıyorum. Renkli benzetmelerle dolu uzun sohbetleri seviyorum, kederli konuşmaları, başkalarının öykülerinin otopsisini yapmayı seviyorum. Bakın fark ettiniz mi dedikodu demek yerine başkalarının öyküsünün otopsisi dedim. İyiyim bence bu işte. Hatta dürüst olmak gerekirse bazen bir şeyi anlatırken “yarabbi ne güzel anlatıyorum” diye düşünüyorum. İşte elin memleketinde bunu yapamıyorum. Sadece yabancı dil engelinden dolayı değil, kültür farklılığından da dolayı. Keder bilmiyorlar, arabesk anlamıyorlar, siyaset konuşmayı seviyorlar mesela ama içleri yanarak değil, sanki orta dünyayla ilgili bir şeyler konuşuyormuşuz gibi ya da maç yorumu yapıyormuşuz gibi konuşuyorlar. Bunlar beni hiç tatmin etmiyor. Ben orada 4 yılda kendi başıma evde Ahmet Kaya dinleye dinleye deliririm. Orada çok fazla milletten insan var, bu bir anlamda büyük bir zenginlik katıyor ama bence iletişimi de baya sığlaştırıyor. Düşünün beş milletten insan bir konuda konuşurken sınırlar beş milletin kültürünün kesişim kümesinin içinde kalmak durumunda. Dolayısıyla derinleşemeyen, aslında bilgi alışverişinden pek öteye gidemeyen sohbetler oluyor. Benim gözlemim, tecrübem bu yönde oldu.


Bir de anladım ki ben köylü ruhlu bir insanım, “buralı” olmak duygusu çok kıymetli benim için, “toprağım” diye bir şey var kafamda.  Buralı olmak duygusunu baya derinden hissettim bugün, alakasız bir vesileyle. Bugün tıp bayramı diye mezun olduğum okuluma gittim, Modern Sabahlar ekibi söyleşiye geldi, onları dinledim. Yıllar önce de bizim okula gelmişlerdi çünkü biz Çocuk Destek Grubu olarak bir etkinlik yapmıştık (ölümcül hastaya yaklaşım ve kan – organ bağışı ile ilgili eğitim yapmıştık tıp öğrencilerine, hala gurur duyarız bu yaptığımız etkinliği düşündükçe), onun bitiminde de Ege-Fahir-Oktay ile söyleşi düzenlemiştik. Ben o zaman öğrenciydim, mezun oldum, mecburi hizmete gittim, TUS’u kazanıp patoloji asistanlığına başladım, istifa edip yeniden TUS’a girdim, spor hekimliğine başladım, şimdi birkaç aya uzman olacağım. Bu süre içinde bu adamların çoluğu çocuğu oldu, dükkan açtılar, dükkan yer değiştirdi, Radyo ODTÜ’den ayrıldılar, program bitecek diye ödümüz koptu, sonra başka kanalda yine başladılar, Türkçe pop çalan kanala geçtikleri için “muhtemel aşk” ve benzeri garip şarkılar dinler olduk. Sonra bugün, yıllar sonra aynı salonda aynı adamlar aynı sandalyelere oturup konuştular. Onlar baya komik şeyler anlattı aslında ama ben şunu duydum: “senin hikayesini bildiğin yer burası. Ne bok yiyeceksin Melbourne’de?”  Diyeceğim o ki, “buralı” olmak demek, lisede dershaneye giderken dinlediğin radyo programcılarını 10 yıl sonra yine morfoloji binasında dinleyebilmek demek. Bu duygunun güzelliğini ben başka şeylere pek değişemiyorum. (bana podcast demeyin tadımız kaçmasın, adamların sesine hasret kalırım demiyorum, benim kişisel tarihim bu memleketin radyo kanallarında, sokaklarında diyorum.)

Kesin şeyler söylemek, büyük laflar etmek istemiyorum, hala karar aşamasındayım. Ama buraya geldim geleli çok mutluyum. Madem ki burası, bu boktan haliyle beni hala başka yerlerden daha mutlu edebiliyor, ne zoruma dünyanın öbür ucuna gideceğim? 

Diyorum ki gitmeyivereyim yav, her gel diyene gidiyor muyuz? Melbourne’e de gitmeyivereyim. Ve zaten… kan benim, damar benim.  

(Avustralya'daki hocama bir şey demedim hala, o geleceğim sanıyor, rica ederim mevzu aramızda kalsın.)

Radyo programları mühim şeyler, tren garları gibi.
Ankara Garı gibi program benim için Modern Sabahlar.