5 Kasım 2016 Cumartesi

Avustralya solcusu neye benzer?

Onların da ağzı burnu var, onlar da Marx Lenin biliyor. Konu buraya nereden geldi anlatayım:

Cennet vatan Avustralya’da solcular neyi kendine dert edinir ne yapar merak içindeydim. Geçen gün tren istasyonunda sosyalist bir partinin standı vardı. Tanışmaya konuşmaya yanlarına gittim. Mecliste vekilleri olduğunu öğrendim, bu cumartesi sığınmacılarla ilgili yürüyüş olduğunu öğrendim, başka bir şey öğrenemedim. Çünkü o kadar hevesli ki kadın bana Ortadoğu ile ilgili bildiklerini anlatmaya, konuyu Avustralya’ya getiremiyorum. Hoyava diye bir yer anlatıyor, takip ediyoruz diyor, kadınlar diyor. Allah allah neresi acaba, Hoyava, Hoyava… Yok bilmiyorum. Çaktırmıyorum da kadına. “Evet” diyorum “tabi Hoyava, kışın güzel olur çok.” Bak diyor rozetlerimiz bile var: Rojava rozeti. Yahu senin işin mi yok, sen 15000 km uzaktaki Rojava’yı nerden duydun Avustralya solcusu? Biz daha sizin başkentinizi bilemiyoruz. (Kopya vereyim, Sydney değil.) Sonra başladı bana Erdoğan anlatmaya. Saray yaptı, başkanlık istiyor, biliyoruz hepsini. Neticede bir bok öğrenemedim kadından, kalktım bahsettiği yürüyüşe geldim.

"Sığınmacı çocukların alıkonmasına karşı anneanneler"
Çiçek gibi yer burası, 4 haftada ben de teletabi gibi oldum, hakkını yemeyeyim güzelim memleketin. Ama sorarsanız hiç mi yamuğu yok diye, valla Aborjin meselesi var tabi, bir de bu sığınmacı kamplarını öğrendim yeni. Dahasını da öğrendikçe yazarım, siz de rahat rahat buraları boklayıp içinizi serinletebilirsiniz. Avustralya’nın kuzeyinde iki küçük ada var: Manus ve Nauru. Bu adalar Avustralya için birer sığınmacı hapishanesi. Suriyeli sığınmacıların az bir kısmı Asya üzerinden kaçak yollarla botlara binip Avustralya’ya gelmeye çalışıyor. Başka ülkelerden de kaçıp gelenler var tabi. Çokça insanın bu tehlikeli yolculukta öldüğü söyleniyor, sayı bilemiyorum. Ölmez de kalırlarsa ve bir şekilde kıyıya çıkmayı başarırlarsa bu sığınmacılar tam kurtuldum derken Avustralya hükümetinin eline geçiyor; Manus ve Nauru’daki kamplara alınıyorlar. Kamplara giriş var çıkış yok. Koşulların oldukça kötü olduğundan bahsediliyor. Tecavüzler, basit hastalıklardan ölenler, sıtma… Yaklaşık 2000 tane hapis tutulan, ülkeye sokulmayan sığınmacı var. Uluslararası Af Örgütü bu kampların varlığını işkence kapsamında değerlendiriyor. Merak eden olursa buradan bakabilirsiniz: https://www.amnesty.org.au/island-of-despair-nauru-refugee-report-2016/ . Ben uzatmayayım. Neticede Avustralya kaçak yollarla gelmeye çalışan sığınmacılara pek de öyle “minnoş”, pek de “teletabi” davranmıyor anlayacağınız. Dün de burada “sığınmacıları ülkeye alalım” talebiyle yapılan bir yürüyüş vardı.



Buranın pek cafcaflı bir siyaseti yok, ben de pek okumadım açıkçası meclislerinde hangi partiler var, kim yönetiyor vs. Avustralyalı arkadaşların anlattığı kadarıyla biliyorum. Dolayısıyla yazının geri kalanını okumaya devam ederseniz insanların kaşından gözünden bahsettiğim yüzeysel eylem izlenimlerimi bulacaksınız. Şimdiden uyarayım.



Milli kütüphane önünde buluşuldu, söylendiği saatte başlandı. Burada bütün kültür sanat etkinliklerine, spor müsabakalarına şöyle bir cümle ile başlanıyor: “I acknowledge the Aboriginal owners of the land on which we meet, and pay my respect to their Elders past and present, and also to all Aboriginal and Torres Strait Islander Peoples here today.” Bu cümle şu manaya geliyor: “Biz geldiğimizde burada Aborjinler vardı, biz canlarına okuduk, farkındayız, çok pardon.”  Daha önce konserlerde, panellerde duymuştum bu cümleyi (evet konserlere, panellere gidiyorum, ne sandınız), yine bu cümle ile açıldı kürsü. İki bin kişi civarında insan vardı eylemde. İlk dikkatimi çeken kadın sayısıydı. Çok çok kadın, daha az erkek vardı. Öğrenci yaşlarında neredeyse kimse yoktu.  İşinde gücünde kocaman insanlar hep. Yaş ortalaması yüksekti yani. Gerçi çok kalabalık gelen bir “Sığınmacı Çocukların Alıkonmasına Karşı Anneanneler” grubu vardı, onlar direk ortalamayı yukarı çekti. Anneanneler örgütlenmiş, mor eşofman takımları çekmiş altlarına, başka memleketlerin sahipsiz çocuklarına sahip çıkmaya gelmişler. Baya da kalabalık gelmişler. 

anneannelerin hastası oldum. hep onlarla yürüdüm.
pamuk solcu nenelerim. kadınları çok seviyorum. 

Burada yaşayan çok fazla göçmen olmasına rağmen eylemde hep peynir beyazı Avustralyalılar vardı. Sokakta yürürken göreceğiniz Avustralyalı-göçmen oranı buraya yansımamış pek. Yani buradaki göçmen nüfus pek de sallamamış kamplardaki insanların halini. İsterseniz insan evladı çiğ süt emmiş diyin, isterseniz göçmenler kendini bu memlekette söz sahibi hissetmiyor, hükümetin yapıp ettiğinden de sorumlu hissetmiyor diyin, ben hangisi daha doğru olur kararsız kaldım. 

"onların evi burası, onları evlerine getirin"
İnsanlar eyleme köpekleriyle çocuklarıyla gelmiş,  herkes kendi dövizini hazırlamış. Biri köpeğine döviz giydirmiş. Samimi ve yaratıcıydı bence insanların dövizleri. 50’den az polis görevliydi. Özellikle etrafı gezdim, baktım, aradım taradım, zira aramadan polis bulmak zor. 4-5 tane farklı sosyalist örgüt vardı, ne farkları olduğunu bilemedim tabi uzaktan. Şimdi bana benim memleketi anlatacaklar diye gidip tanışasım da gelmedi hiç. Aman ne farkları olacak, bizim ne farklarımız varsa aynısıdır bence. Şimdi hangisi necidir bilemediğim için yamuğa gelmeyeyim diye gittim anneannelerle yürüdüm ben. Acaba anneannelerin kortejinde yürüyorum diye mi bilmiyorum, slogan atmak denen şey neredeyse hiç yok. Biraz gençlerin yanına doğru ilerledim kortejde. Megafonlu kadının sloganına eşlik edeyim dedim, ses fazla gür, yumruk fazla sıkılı kaçmış olacak, bir iki bakış yedim, “Kusura bakmayın Ortadoğu solcusuyum” dedim, “fabrikalar tarlalar” sesimi kısıp izleyici konumuma geri döndüm. Öyle mırıl mırıl slogan mı atılır, biz öyle görmedik. Ama sonra düşündüm, bizim kültürümüz gür, gürültülü, yüksek sesli. Bunların adabı farklı. Zaten bunlarda öyle çok da bir kavga hali de yok. Nasıl tarif edilir bilmiyorum ama bizim sloganlar adam döver gibidir, bunlarınki daha bir rakınrol. Bana sorsanız bizimki daha iyi.

bakın polis. ACAB derken "bu adam hariç" deyin. 

"kardeşlerimizi
buraya getirin"
Burada da konuşmalar uzun ve sıkıcıydı. Belki de ben sıkılıyorumdur, eyleme katılanlar ilgiyle dikkatle dinlediler çünkü başından sonuna kadar. Suriyeli bir kadın sanatçı getirmişler ona söz verdiler, kadın da IŞİD’den çok Esad’a giydirdi. IŞİD gelir gider diyor, bizim derdimiz Esad diyor, çok baskıcı diyor. Nah gider IŞİD, el kadar çocuklara kafa kestiriyorlar, pazarda kadın satıyorlar lan, sen ne anlatıyorsun. Diyemedim tabi, sessizce dinledim. Buranın solcusu çok özgüvenli geldi bana, kazandıkları şeyleri vurguluyorlar hep, neşeliler, en büyük dertleri işte dünyanın sorunlarına duyarsız kalıyor olmak, kendi sorunları pek olmayınca... Darbe görmemişler, dayak yememişler, onlar neşeli olmasın biz mi neşeli olalım. Başka da çok çok farklı bir şey yoktu bence. Kortejler, megafonlar, trafiği durdurmalar, birkaç tane polis...
Ha bir de bildirileri renkli çıktı almışlar, zengin memleket zaar.







bandonun maşallahı vardı, ellerine, ayaklarına, ağızlarına sağlık.
ingilizce "eline sağlık" nasıl deniyor bilemiyorum,
demek istiyorum, içim şişiyor. bilen varsa yardım etsin. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder