15 Ekim 2016 Cumartesi

Avustralya yan gelip yatma yeri değildir.

Buraya malumunuz tatil yapmaya gezmeye değil ilim irfan peşine geldim. Ancak gelin görün ki işle ilgili bir yere ilk kez gitmekte fazlaca zorlanan bir insanım. Hacettepe’den önce Numune’de çalıştım. İşe başlamadan önce 3 gün boyunca, bugün gidip başlıyorum diye niyetlenip, giyinip kuşanıp arabayla Numune’nin etrafında dolaştım, “yarın başlarım yea” deyip eve döndüm. Üçüncü gün sabahtan çalışacağım kata kadar çıktım, geri indim, öğleden sonra başladım. Öğleden sonra hoca kızdı, bu saatte mi gelinir diye. Haklı ama diyemiyorum ki “Hocam sizin haberiniz yok, ben biraz malım.” Hacettepe’ye başlamam daha kolay oldu nedense, ama altıncı ayda ortopedi rotasyonuna gitmek hiç kolay olmadı. Sabah korkudan dudağımda bir uçukla uyandım, işe gidene kadar dudağımın öbür tarafında bir tane daha, hastaneye varınca bir tane daha çıktı. Üç uçuk ve personelimiz Bekdaş bey eşliğinde ortopediye gittim, yok yapamayacağım, ağlaya sızlaya kendi bölümüme döndüm, ben gitmek istemiyorum diye. Bekdaş Bey sağ olsun tuttu kolumdan bir daha götürdü, ilkokula başlamak istemeyen çocuklar gibi, gide gele alıştım. E tabi ki buraya da başlamam kolay olmayacaktı, olmadı. Bir gün önceden kampüse gidip sinsi gibi etraflarda gezdim, kendimi iyice pazartesi günü mızırdanmadan gelmeye ikna ettim. 

gördüğünüz gibi kendim gibi esprili şakalı bir okul tercih ettim. 


Pazartesi oldu, saati heyecandan sabah 5’e kurmuşum, 8 kere filan erteleyerek makul bir saatte uyandım. İlk gün sabah kaçta geleyim diye önceden sormayı akıl edemedim, 8 buçuk iyidir deyip 8 buçukta gittim. Kimse yok ortalarda, aman ne güzel, demek ki sabahın köründe işe gelmeyeceğiz süper, beklemeye başladım. Hoca mail attı, doktor randevum var 11 buçukta geleceğim diye. Tamam ona da eyvallah, yakındaki parkta yürüyüşe çıktım. Yanıma da ne bir kitap almışım ne de kendimi oyalayacak başka bir şey, parkta yürümeye başladım. Kampüsten iyice uzaklaştım, deliler gibi yağmur yağmaya başladı. Koşsam kampüse koşulacak mesafede değilim. Ciciler cicisi ilk güne uygun elbisem, düzgün saçım başımla bir ağacın altına sığınıp yağmurun dinmesini bekledim ama yok dinmiyor, ıslanmaya razı gelip sucuk gibi döndüm kampüse. Biraz kurudum. Saat hala 10 buçuk. 1 saatim var, dakikalar geçmiyor. Bence herkes bana bakıyor, kesin kıyafetim çok komik, kesin alnımda kocaman “bugün burada başlayacak olan salak bu işte” yazıyor, kesin ya eminim! Hoca filan beni görünce suratıma gülüp “ohaa ne kadar da aptalmışsın, bilseydim davet mektubu yazmazdım, sıfata bak hele!” filan diyecek. Neyse daha önce de dediğim gibi bir yerlere başlarken zorlandığım için böyle durumlarda yapmaya alışık olduğum şeyler var. Örneğin pek işlek olmayan bir tuvalet bulup en uçtaki kabine kendini kilitleyip orda geçirebildiğin kadar çok zaman geçirmek. Bizim durumumuzda bu yaklaşık 45 dakika oluyor. Bohemlerle yaşaya yaşaya kaşımı bıyığımı almayı unutmuşum, onlarla uğraştım, biraz uyukladım, derken saati 11 buçuk yapmayı başardım. 

evet tuvalette selfie çektim. 45 dakika nabayım, çişim yok kakam yok. 

Hocayla buluştuk, hoca hiç de beklediğim gibi suratıma püsküre püsküre gülmedi, ben de bundan cesaretle hediye olarak getirdiğim rakı ve çekme helvayı takdim ettim. Çekme helva da yapıştı elime, haftalardır herkese helva dağıtıyorum, lokum mu diyorlar, değil ama ne olduğunu da anlatamıyorum. Hem aldım geldim o kadar, vermesem çok saçma olacak, ama utanıyorum da bir yandan çantadan çıkarmaya. Avustralyalı karizmatik hocaya Kastamonu çekme helvası verirken, öğlen beslenme çantasından ekmek arası yumurta çıkarıp bütün sınıfı yumurta kokutan çocuk gibi hissediyorum. Ya çok sıkıntılara giriyorum anlatamam size. Neyse neticede hoca tabi ki hoş geldin filan dedi, hediyeler için teşekkür etti. Bir tane de Alman kız var, onunla da tanıştık. Dedi ki hoca, bizim bu muhitte çok farklı ülkelerin restoranları var, gezmediyseniz bu öğlen size oraları gezdireyim. “Foodie tour” yapalım. Öğlen çıktık, 4’te filan döndük sanırım. Giriyoruz mesela Etiyopya restoranına, hoca tanıtıyor kendini garsona, bunlar öğrencilerim, etrafı gezdiriyorum, yemeklerinizden tatmak istiyoruz diyor, bir de ben veganım diye aşırı özen gösteriyor, her yerde soruyor vegan neler var diye, böyle böyle saatlerce bütün mahalleyi yedik. Sudan, Etiyopya, Hint, İtalyan, Vietnam, Çin, yemediğimiz halt kalmadı. Orda yiyemediğimizi paket yaptırdık, yolda yedik, yedik, yedik, yedik. Sonra dedi ki, Dancing Dog’a gittiniz mi, yakındaki bir barmış. Gittik bize bira ısmarladı, onun grubunun yaptığı araştırmaları anlattı, ne aşamada olduklarını, bundan sona neler yapılacağını, bizim neler beklediğimizi sordu. Böyle böyle ilk günü yiye içe geçirdim. Ertesi gün oldu, ben artık iki sıçan tutayım (sıçanlara egzersiz filan yaptırıyorlar), iki iş yapayım istiyorum. Onların da adama ihtiyacı var ama bir sıkıntı var: Induction. Yani tanıtım, giriş eğitimi gibi bir şey. Her şeyin ama her şeyin induction’ı var. Şöyle ki, biyokimya laboratuvarında bulunmak için induction lazım. Aldın diyelim. Biyokimya laboratuvarında bulunan santrifüj cihazını kullanmak için ayrı induction alacaksın. Santrifüj lan, düdüklü tencereden kolay alet. Yok tövbe elimi hiçbir şeye süremiyorum, induction’sızım çünkü. Kuru buz var, kovadan alıyorsun kürekle. Bak kova diyorum, kürek diyorum. Kuru buz induction’ı var. O küreği eline alaman yoksa, yasak. Induction da ha deyince alamıyorsun, sorumluya mail atıp randevulaşıyorsun, öyle ancak alabilirsin. Bir haftada şükürler olsun 4-5 induction aldım. Sordum hepsini tamamlamam ne kadar sürer diye, sen döneceğin zaman ancak tamamlanır dediler, kendileri de biliyor yedikleri boku. Neyse ben severim aslında kuralcılığı ama burada kendini aşmış bir hal var. Bu arada laboratuvarların imkanlarını ve bizimkilerle kıyasını anlatıp hiçbirinizi göz yaşlarına boğmayacağım. Ama ah bir induction’ınız olsa da görebilseniz…

İki yazıdır deli gibi arkasından atıp tuttuğum bohemlerime çok alıştım. Gerçi tam alıştım, kızla oğlan gittiler, ev sahibiyle baş başa kaldık. Her akşam taze sebze yemeği pişen mutfağımıza da, mum ışığına da, bikarbonatla bulaşık yıkamaya da ısındım artık. Buzdolabı zaten olmasa da olur bir şey galiba, mesela bizim yok, hiç eksikliğini duymuyoruz. Ha bir de benim kaldığım muhit Melbourne’ün ÇinÇin’iymiş. Eş dost uyarıyor korkutuyor beni, dikkat edecekmişim kendime. Allah aşkına buranın en asi en kural tanımaz adamı heralde yerlere filan tükürüyordur. Kolay mı lan, ben Ortadoğudan geliyorum, Melbourne’ün minnoş asisinin aklını alırım. Sizin torbacılık, çetecilik induction’ınız yok, burada haraç toplayamazsınız desen, Melbourne çetesi şok, Melbourne çetesi iptal. Canını yediklerim…

2 yorum:

  1. yazılarını bayılarak okuyorum. bu kadar akıcı ve eğlenceli yazabildiğini bilseydim daha önce bu yeteneğini sonuna kadar değerlendirirdik. yeni yazını heyecanla bekliyorum. sevgiler

    YanıtlaSil